18 Ağustos 2024 Pazar

Hicaz Demir Yolu’nun Sessiz Tanığı: Sonsuzluğa Terk Edilen Osmanlı Treni






Gökyüzü, çölde sıradan bir gecenin karanlığına bürünmüşken, Osmanlı treninin ağır gövdesi kumlara doğru sarsıldı. Trenin içi, sessizliğin baskısı altında inleyen metal bir kutuyu andırıyordu. Zayıf ışık huzmeleri, kum fırtınasının içinde hapsolmuş gibi görünüyor, etrafı karanlık bir tül ile örtüyordu. Osmanlı askerleri, rüzgârın uğultusuyla yarışan kalp atışlarını duyuyor, tehlikenin sinsice yaklaştığını hissediyorlardı.



Bu tren, Hicaz Demir Yolu’nun en ihtişamlı zamanlarının sembollerinden biriydi. Osmanlı İmparatorluğu’nun görkemini ve Sultan II. Abdülhamid’in vizyonunu temsil eden bir araçtı. Raylar boyunca ilerlerken taşıdığı yalnızca askerler değil, aynı zamanda yüzyıllardır süregelen bir inancın izleri, hacıların duaları ve medeniyetin geleceğe olan umuduydu. Ancak o gece, tüm bu umutlar bir gecede parçalanacaktı.


Sıcak gece yarısında tren, bozkırın ortasında bir anda durdu. Askerler, rayların patlayıcılarla parçalanmış olduğunu fark ettiklerinde her şey için çok geçti. Karanlığın içinden, Arap isyancılar, fırtına kadar hızlı bir şekilde üzerlerine çullandı. Arabistanlı Lawrence’ın yönlendirdiği bu gruplar, Osmanlı ordusunu felç etmek için ince işlenmiş bir plan uyguluyorlardı. Patlamalar, çölün o sonsuz sessizliğini birer birer parçalarken, tren devasa bir kaya gibi olduğu yere yığıldı.


Çöl, bu beklenmedik saldırının yankılarını sakince yutarken, trenin içindeki askerler korkunun pençesinde kıvranıyordu. Her birinde, Osmanlı İmparatorluğu’nun ihtişamını koruma görevine karşı bir sorumluluk duygusu vardı. Ama gecenin derinliklerinde, göğün altında yapayalnız kalmışlardı. Kum, trenin yaralı gövdesini yavaşça örtmeye başlamıştı bile; binlerce yıldır olduğu gibi, her şeyi tarihin karanlıklarına gömen o sessiz mezar.


Sabahın ilk ışıklarıyla trenin içi bir savaş alanını andırıyordu. Parçalanmış koltuklar, dağılmış cephaneler, yerlere saçılmış haritalar… Her köşede bir hikâye saklıydı. Bazen bir Osmanlı subayının yere düşen saati, bazen bir askerin ceplerinde bulduğu birkaç harf yığını… Korku ve şaşkınlık içinde kalan bu adamlar, çölün ortasında, sonsuz bir yalnızlıkla baş başa kalmıştı.


Yıllar geçti, yüzyıllar akıp gitti. Ama o tren, kumların derinliklerine gömülmesine rağmen, hiç unutulmadı. Bugün, o trenin sessiz gövdesi hâlâ orada, geçmişin sessiz bir tanığı olarak çölde duruyor. Artık hiç kimse ona binmiyor, hiç kimse onun gürleyen motor sesini duymuyor. Zaman, bu demir yığını üzerinde sinsice dans etmiş, pasla örülmüş bir tabaka bırakmıştı. Ancak bu trenin taşıdığı anılar, sonsuzluğa kazınmış gibiydi. Her bir parçasında bir hikâye, her bir rayında bir zafer ya da bir hüzün saklıydı.


Trenin içine girip toz kaplamış pencerelere baktığınızda, Osmanlı askerlerinin bir zamanlar burada oturduklarını, elleriyle çeliğe dokunduklarını ve belki de hayallerini kurduklarını hissedebilirsiniz. Bu tren sadece bir araç değil, aynı zamanda Osmanlı’nın çölün ortasında geride bıraktığı bir anıt. Çölde bir başına duran bu eski dost, artık sadece bir demir yığını değil, tarihin derinliklerinden yankılanan bir fısıltı.



Eğer yolunuz bir gün Hicaz’a düşerse, bu trenin yanına yaklaşın. Kumların arasında kaybolmaya yüz tutmuş bu dev, size bir hikâye fısıldayacak. Çölde geçen o geceyi, Osmanlı askerlerinin kalbindeki korkuyu, Lawrence’ın zekâ dolu saldırısını ve bu trenin sonsuz bir yalnızlığa mahkûm edilişini anlatacak. Ve siz, bu fısıltılarda tarihin izlerini bulacaksınız. Bir adım daha attığınızda, yüzyıllar boyunca susan bu trenin sessiz çığlıklarını duyacaksınız.


Bu tren, sadece bir tren değil, tarihin unutulmuş bir parçası. Kuma gömülmüş bir hazine gibi orada duruyor, sabırla bir maceraperestin onu keşfetmesini bekliyor. Trenin yanına yaklaşıp ona dokunduğunuzda, tarih size dokunacak ve bu unutulmaz hikâyenin bir parçası olacaksınız.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder